5
(1)

Dövüş Kulübü uzun zamandır okumak istediğim bir kitaptı. İlk kez 1996’da yayımlanan bu roman 1999’da sinemaya uyarlanmıştı. Edward Norton konusunda sinema izleyicisi olarak nötr bir beğeni durumunda olmakla birlikte Brad Pitt’i oldum olası sevmemişimdir (yakışıklı ünlüyü kıskanan hemcins kompleksi?) ve fakat Tyler Durden performansı ile beni dahi etkilemeyi başarmıştır.

Bir zamanlar sahip olduğunuz şeyler artık sizin sahibiniz olur.

Dövüş Kulübü S. 47

İdeal(!) ‘kapitalist dünya’ vatandaşı isimsiz kahramanımızın benliğinin, tüketim toplumunun arka planda durmaksızın işlemekte olan işletim sistemi tarafından içinde marine edildiği Amerikan rüyasından uyanış öyküsü; sıradan bir dibe vuruş hikayesinin ötesinde, toplumsal uyuşukluğun, içe işlemiş çürümenin ve artık sahip olduğu eşyalardan ayırt edilemez ölçüde ruhsuzlaşmış, adeta kendi eşyasının mütemmim cüzü haline gelmiş birey yığınlarının, hayallerini gerçekleştirmek yerine, sistemin ‘media playerlerine’ koyduğu default bir ‘film’in hipnozu altında kendine biçilen önemsiz rolü kabullenmiş kaybedenlerin, tiksinti verici derecede hazin ahvalini oldukça ağdasız biçimde yüzümüze tükürüyor.

“Bize dünyanın bokundan ve pisliğinden başka bir şey bırakmadılar.”

Tyler Durden – Dövüş Kulübü S. 179
Bize dünyanın bokundan ve pisliğinden başka bir şey bırakmadılar.

Tükürüyor diyorum, ama yazarın amacı bu muydu yoksa sadece bir kara mizahi gerilim romanı yazmak mıydı bilmiyorum (Gerçi mizah asla sadece mizah değildir.) Zahmet edip araştırmadım. Ne filme ilişkin sinema eleştirmeni yorumlarını okudum ne çağımız felsefecilerinin (filozof deniyor mu şimdikilere?:) değerlendirmelerini. Kişisel ahkam kesiyorum işte. Kendi yaşamımla ilişkilendiriyorum romanı. Ben Joe’nun nobran röntgencisiyim. Belki onun dibe vuruşunu küçümseyip, kendi tamahkar ve tatminsiz hayatımı kutsamanın aracı haline getirmeye çalışıyorum(?)

Sahip olduklarımız, bize sahip olmaya başlar.

Eğer ne istediğini bilmezsen bir bakarsın istemediğin bir sürü şeyin olmuş.

Dövüş Kulübü

Sahiplik duygusu çeşitli ölçülerde sadistçe bir haz getiriyor beraberinde. İyi bir işe sahip olmak, iyi bir semtte oturmak, Playstation gibi gereksiz lükslere para harcayabilmek, fincanı 40 tl ye nitelikli kahve içebilmek…

Bunlar belirli ölçülerde haz sağlasa bile mutlu edebiliyor mu? Çok şeye sahip olmak, hem de esasen bir çoğuna ihtiyacımız dahi olmadığı halde… Bu aynı zamanda çok şeyi kaybetme riskini, dolayısıyla kaygısını da beraberinde getiriyor. Oysa gerçekten oturup sağlıklı bir biçimde, sudan mazeretlere sığınmadan, mantıklı bir liste yapsak… Sahip olduklarımızın gerçekte ne kadarına ihtiyacımız olduğunu, ne kadarının ise aslında düşünülmeden, sadece sahip olan başkalarına öykünerek ve hatta daha da ilkel bir biçimde sırf bir eşyaya sahip olarak haz elde etme refleksiyle, düşünülmeden edinilmiş, sonra da bir kenara bırakılarak hayatımızın gereksiz derecede girift arka plan resminin soluk bir parçasına dönüşmüş fuzuli kalabalık olduğunu daha net görürüz.

En azından şunun cevabını dürüstçe verebiliriz, “Bu kadar kaygıya ihtiyacımız var mı?”

Bir de sahip olmak istenip de olunamayanların özleminin ıstırabı var. Daha güçlü, yeni, pahalı bir araba; daha büyük bir ev, daha güzel bir sevgili, lüks yerlerde daha uzun tatiller… Daha fazla haz, daha fazla mutluluk… Daha, daha, daha….

Peki aslında bu kadar fazla haz mutluluk için gerekli mi? Bir adım ötesinde, sürekli ve çok mutlu olmamız şart mı? İnsanın doğasının sürekli mutlu olabilmeye müsait olduğuna inanabilir miyiz? Tanrı ya da evrim bizi sürekli öfori halinde kalabilmeye programlamış olabilir mi? Öyle olsaydı Sapiens biyolojik ya da kültürel açıdan evrimleşebilir miydi? Istırap, yokluk ve hırs hissetmeyen, kendini sahip oldukları ile tamamen tatmin etmiş bir tür gelişme sağlayabilir miydi? …

Sorun şu ki ayarı kaçırdık. Arzularımızı kontrol edebilmemiz gerekirken sürekli tüketim toplumuna mal satmaya çalışan makinenin bize çaktırmadan empoze ettiği “ihtiyaçları”mızı gidermeye adıyoruz hayatımızı. Neyin bizim için önemli olduğuna, neyi isteyip neyi istemediğimize bu manüplatör makine karar veriyor. Bize çekici rol modeller tasarlayıp, o modellerde bireyler olabilmemiz için nelere sahip olmamız gerektiğini fısıldıyor. Haz dolu bir yaşam için ihtiyaç duyulanlar listesi 1. Şöhret. Seçenekler; sinema yıldızı, futbolcu, popstar, youtuber…
Bunlardan biri sana uygun. Seç birini. Ünlüler lüks otomobillere biner, kahvaltı için 1000tl hesap ödenen mekanlara gider. Mükemmel güzelliğe sahip sevgilileri olur ve sık sık yenileriyle aşk yaşarlar. Pahalı semtlerde oturur ve pahalı markalardan giyinirler. İşte mutlu olmak istiyorsan kendine buradan bir profil seçip, piyasanın sana sunduğu ürünlere sahip olmalısın. Aksi halde sıradan, mutsuz ve kimsenin önemsemediği kitleden herhangi biri olmaya devam edersin.

Ancak her şeyini kaybettikten sonra canının istediğini yapmakta özgür olursun.

Dövüş Kulübü S.75

Aslında İslam toplumları başta olmak üzere doğu toplumlarının geçmişinde yüceltilen, kanaatkarlık, paylaşma, sabır gibi erdemler vardı. Fakirliğe övgü falan dizmek değil amacım, zaten söz ettiğim toplumlar geçmişte Batı’ya nispetle çok daha zengin toplumlardı. Sonra bizlere de bir şeyler oldu, bir konuda “nedense?!” Batılılaşmayı başardık; sadece gelip geçici bir avuç eşyaya sahip olmanın hazzı için asla geri getiremeyeceğimiz “zaman”ı hunharca israf ederek ruhumuzu aşındırıyor, benliğimizi eşyalaştırıyoruz. Tyler, buna “dur” demenin öneminin farkına varmıştı. Gerçekten ‘kendisi’ olabilmek için üzerindeki bütün modern kölelik prangalarını söküp atması, gerçek ve saf benliğinin ortaya çıkabilmesi için yıllardır tuğla tuğla yükselttiği o ucube kişiliğimsiyi ve onu temsil eden her şeyi temelinden yıkması gerektiğini biliyordu. O, sahip oldukları değildi ve sahip oldukları da aslında gerçek O’nu temsil etmiyordu.

“Tanrı seni sevmiyor olabilir. Bu da bir olasılıktır. Belki de Tanrı bizden nefret ediyordur. Hayatta olabilecek en kötü şey değil bu.” (153)

Tyler Durden – Dövüş Kulübü S. 153

Yine de beğenilme ihtiyacı evrenseldir. Çocuk, babasının onu takdir etmesini ister. Babası ile düzgün bir baba oğul ilişkisi olmayanların çalacağı kapı başka kim olabilir? Elbette Tanrı! Bu konuda uzun uzun ahkam kesebilirim ama şimdilik burada bırakıyorum. Zaten romanda bu konuda oldukça etkileyici saptamalar var.

Aslında Tanrı bizatihi tüm bu bunalımların ve hezeyanların hiçbir yerinde değil. Can sıkıcı bir biçimde sessizliğini muhafaza ediyor. Oysa O, ibrani dinlerde insanları kendi hallerine bırakmayacağını vaat etmiştir. Bu vaatlerdeki müdahale bir sınav arenası ve algoritması oluşturmaktan ibaret belki de… Çünkü Tyler da ben de kulaklarımızı iyice açmış olmamıza rağmen ilahi bir sinyal duyamıyoruz. Sağır edici bir sessizlik hakim uhrevi radyomuza. Bu da sinir bozucu tabii… Bu nedenle dikkatini cezbedebilmek adına Tanrı’ya sesimizi yükseltiyoruz. Tyler’ın bakış açısına göre, kötü şeyler yaparak Tanrı’nın ilgisini çekmek, hiç ilgi görmemekten daha iyiydi. Belki de Tanrı’nın nefreti Tanrı’nın kayıtsızlığından daha iyidir. (S. 153)

“Fiziksel güçle ve mülkiyetle olan bağımı niçin koparıyorum? Çünkü ancak kendimi mahvederek ruhumun gerçek gücünü keşfedebilirim.”

Tyler Durden – Dövüş Kulübü S. 119

Bazen ben de dibe vurmuş hissederim ama asla Durden’in kutsadığı, hedef gösterdiği mertebeye inmedim. İnmek istediğimden de emin değilim. Romanın kahramanı hayatım dediği ama aslında ruhunu yavaş yavaş çürüten tatlı ama zehirli bir halüsinasyona dönüşen yaşamından kurtulmak için bilinçsizce ruhunu ikiye ayırmak zorunda kalıyordu. Atomu parçalaması sonucunda ortaya çıkan o müthiş kararsızlıktaki radyo aktivitenin adı ise Tyler Durden’di. Asıl kişiliğinin ise adı dahi önem arz etmemekteydi.

Dövüş bittiğinde hiçbir şey çözülmemişti; ama artık hiçbir şeyin önemi de yoktu.

Dövüş Kulübü S. 57

Durden, O’nu sadece bir keşin uyuştutucuya olan bağlılığı gibi bağımlı hale geldiği eşyalarından, evinden kurtarmakla kalmayıp fiziksel acıyı da son derece anlamsız hale getirerek bir korku nesnesi olmaktan çıkaracak ve daha da iyisi O’nun esas cevherine ulaşabilmesi amacıyla dibe vuruşunu hızlandırmak için şiddetli kavgalara da sokacaktı. Dövüş Kulüpleri de böyle doğacaktı. İnsanlar o dövüşler boyunca gerçek doğalarını serbest bırakabilecek, bastırılmış tüm öfkelerini kusup bu kin ve öfkenin ağırlığından kurtulabileceklerdi. Sorunlar çözülmeyecekti, ama onlar sorun etmeyi bırakacaktı. Önemli olan da bu değil midir, hayatta sürekli hadiseler olur, bunlara olumlu ya da olumsuz anlamları biz yükler, bunlar karşılığında nasıl hissedeceğimizi bu duygusal etiketler sayesinde kodlarız. Hayatta olgular vardır, algılar ise bizlere aittir.

” Biz tarihin ortanca çocuklarıyız. Bizi bir gün milyoner olacağımıza, film yıldızı, rock yıldızı olacağımıza inandıran televizyon programlarıyla büyüdük; ama bunların hiçbirini olamayacağız. Ve bu gerçek kafamıza ancak dank ediyor. O yüzden bize karşı dikkatli ol.”

Tyler Durden – Dövüş Kulübü S. 180

Kendi adımı düşünüyorum. Burada paylaşmadığım, kendimin seçmediği, konulmuş ve icazetim dahi beklenmeksizin yaftalandığım adımı. O isim insanların olmamı istediği kişiyi yansıtıyor; iyi bir evlat, çalışkan, itaatkar, terbiyeli, eğitimli, kanunlara saygılı, vergisini veren… Kendi istekleri ailesi ya da toplumunkilerle uyuşmadığı yakdirde onları kendine saklayan. Örnek gösterilen ve takdir edilen. Peki bunlar kendimi iyi, tamamlanmış, kendini gerçekleştirmiş, tatmin olmuş hissetmemi sağlıyor mu?
Ben kimim aslında, beklentileri karşılayan o isim mi, yoksa o ismin gölgesi arkasında kalıp raşitizme düçar olmuş solgun ve silik bir ruh kalıntısı mı?

Bazen insanlar hak ettikleri yerde bulunmadıkları iddiasıyla, ellerinden tutan olmadığı için öyle kifayetsiz ve düşük statüde kalakaldıklarını söylerler. Peki ben ruhumu istedikleri yönlere çekiştirenler olmasaydı nasıl bir yön çizerdim? Kendim olma fırsatım olsaydı, ya da daha iyisi bunu kazanabilecek bir savaş verebilmiş olsaydım?
Sanırım aslında o kadar da özgür ruhlu değilim. Peki Tyler Durden? İçten içe aslında özgür bir ruhun tohumlarının ürünü mü, yoksa patolojik bir vakadan mı ibaret?
Benim çatlaklarımdan bir Durden sızamaz mıydı dışarı? Elbette bir romandan söz ediyoruz bir biyografiden değil, ama yine de soru şu; bir yerde sinsice sotada mı bekliyor kendi Durdenim, yoksa sadece filizlenebileceği kadar dibe vurmadım mı henüz?

Bu yazıyı beğendiniz mi?

Paunlamak için yıldıza tıklayın.

Ortalama Puan 5 / 5. Oy sayısı: 1

İlk oylayan siz olun.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir